Bu bir beslenme kitabı değil, karşı olup olmamakla ilgili bir mesele de değil! Bu kitap geleceğimizi ipotek altına sokmaya çalışanlara bir başkaldırıdır. Tohumumuza el konulduğu zaman biz köleyiz. Bu yüzden ‘çağdaş esaret’”
Beslenme bülteninde de yazıları olan Prof. Dr. Kenan Demirkolun beklenen kitabı Kaynak Yayınlarından çıktı. ‘GDO: Çağdaş Esaret’. Prof. Dr. Kenan Demirkol, yeni çıkan bukitabı ile akademik kapitalizmin kirli yüzünü teşhir ediyor… GDO’ların ve patentlenmiş tohumların tarımsal üretime taşınmasının, gizlenemeyecek sonuçlarını ortaya koyuyor. GDO’ların yaygınlaşmasından ve o nedenler artan tarımsal ilaçlamadan sonra alerjide, kısırlıkta, kanser risklerinde, antibiyotiklere direnç geni gibi sağlık sorunlarında gözlenen değişmeler, artışlar kitapta açıkça ortaya konuyor. Bilimsel gelişmelerin sağladığı olanakların, emperyalist tekellerin yaşamın tüm örgütlenmesine el koyma ve sömürülerini yoğunlaştırma çabaları yönünde kullanılmalarını bilim(!) adına destekleyen “bilimci” tavra en ciddi yanıtlar bu kitapta… Mutlaka bir tane edinin.
www.iyilikguzellik.com sitesi editörü Nihal Doğan’la yapılan röportaj
GDO: çağdaş esaret kitabının yazarı, İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi Prof. Demirkol’a, GDO’ların hayatımızı nasıl tehdit ettiğini, onlardan kurtulmanın yollarını ve bu kitabı okuyanların hayatlarında nasıl bir değişim olacağını sorduk.
İşte Prof. Demirkol’un açıklamaları…
“GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) tek boyutlu bir şey değil! Ancak tek cümlede özetlemek gerekirse insan hayatını ve doğayı hiçe sayarak egemenlik kurma savaşı. Özellikle 1950’lerden itibaren Amerika’da gıda silah olarak keşfedildi ve bugüne kadar kademe kademe bunu daha da etkin kılmaya çalıştılar. Bunun çok tipik bir örneği 1970’te ortaya çıkan petrol krizi sonrası Roma’da yapılan dünya gıda konferansında açlık çekilen 30 ülkeye tarımsal yardım yapılması kararı alınmak üzereyken Amerikan tarım bakanının toplantıya girmeyip, dışişleri bakanı Kissenger’in toplantıya gidip tarım yardımını gıda yardımına dönüştürmesidir. Ancak bu yardım için bir koşul şart konulmuştur. “Doğum kontrolü yaparsanız biz de size gıda yardımı yaparız.” Diye şart koştukları koşulla gıda, ülkelere istediğini yaptırabilmek için bir baskı unsuru yani bir “silah” olmuş oldu.
1980’li yıllarda ilk kez Amerika’da canlı bir varlığa patent alma hakkı tanındı. Bu sayede canlı bir varlık olan bitkinin genetiği değiştirilerek patent hakkı elde edilmiş oldu. Siz bugün GDO’lu tohum üreten herhangi bir Amerikan şirketinin tohumunu taklit ederseniz patent yasasını çiğnemiş olursunuz.
Hibrit tohumda bir egemenlik olmuştu, çünkü hibrit birçok ülkede yetiştiriliyor ama egemenliği daha da dar alana çekmek için yapılmış bir savaş bu.”
Kitabınızın giriş bölümünü okurken, özellikle Arjantin ve soya konularında sanki Türkiye’de yaşanan olayları okur gibi oldum. 15 yıl önce Arjantin’de GDO’lu soya üretimi başlayıp piyasaya sürüldükten sonra Türkiye’de de aynı zaman diliminde soya ve soya ürünleri ön plana çıkmış ve yoğun reklâmlarla halka pazarlama çalışmaları yapılmıştı. Bu bir tesadüf mü yoksa arada bir gen(!) bağı var mı?
“Tesadüf değil! Bu gelişmeler birbirine zincir halinde bağlı, Türkiye’ye 12 yıldır GDO’lu gıda giriyor çünkü bunu engelleyecek bir yasa yok!”
Yani biz bilmeden yediğimiz GDO’lu gıdalar sebebi ile GDO’nun sebep olduğu tüm risklerin altına girmiş oluyoruz.
“Elbette… Aslında öncelikle Amerikan halkı, dünyanın en mazlum halkı, Amerika’da halen GDO’lu ürünler üzerinde GDO’ludur yazma zorunluluğu yok. Arjantin’de de aynı şekilde. Günümüzde Türkiye’deki market raflarından satın alınan hazır çorbadan bisküviye kadar ortalama 1000 çeşit gıda maddesinde GDO var!”
Peki, bu GDO’lu gıdaları yemek istemiyorsak nasıl engelleyeceğiz?
“Tek yol satın almamak!”
Yani tüketiciler hazır gıdalara karşı boykot mu uygulayacak?
“Ben tüketici lafını kullanmıyorum, biz dünyayı tüketmiyoruz, üretenler tüketiyor ve yine onlar bize bu tüketici yakıştırmasını yapıyor. Biz bu ürünleri kullanmayacağız yani kullanım boykotu uygulayacağız…”
Bu kitabı elimize aldığımızda büyük bir şok yaşıyoruz. Kitabınız yayınlanmadan önce de GDO’lar konusunda medya-basın organlarında ve çeşitli konferanslarda halkı bilgilendirmek için büyük zaman ve emek harcadınız. Biz halkın içinden gelenler olarak bu şokları yaşarken ‘Biyogüvenlik Yasası’nı onaylayan vekillerimiz buradaki bilgilerden hiç haberdar olmadılar mı?
“Bir ‘Biyogüvenlik Yasası’ çıktı. 2004 yılından beri bekleyen yasa 2010’da çıkabildi. Yasa çıkmadan önce GDO’nun ithalatı ile ilgili bir yönetmelik çıktı. Aslında yönetmeliğin hangi yasaya dayandığı da belli değil, ortada kalan bir şey!
Tarım Bakanlığı ısrarla GDO’ların ülkeye sokulmaması için bu yasayı çıkardık diyor. Biz de ısrarla hayır ithalatı meşrulaştırıyorsunuz demiştik ve gerçekten de meşrulaşmış oldu! Nitekim yönetmelik çıktıktan sonra Mart 2010’a kadar 240 bin ton GDO’lu ürün ülkemize girdi.”
Yönetmeliğin Ekim 2009’dan itibaren defalarca değişmesi de ilginç değil mi?
“28 Nisan 2010’da tekrar değişti, yönetmelikte daha önce “İnsan ve hayvan sağlığında kullanılan antibiyotiklere karşı direnç geni içeren GDO’ların ithalatı yasaktır.” ibaresi kaldırıldı. Bakın bu bile ülkemiz için büyük bir zarar. Çünkü bu karar en çok kullanılan antibiyotik direnç geni “kanamisin” antibiyotiğine karşı. Kanamisin yaygın kullanılan bir antibiyotik değil ama mevcut tüberküloz ilaçlarına direnç geliştirmiş verem vakalarında yedek saklanan bir antibiyotik. Yani son silah!
Dünyada her yıl 8 milyon yeni tüberküloz hastası vakası oluyor, giderek mevcut tüberküloz ilaçlarına dirençli vakalar ortaya çıkıyor. Tüberküloz Türkiye’de de insan sağlığı için halen büyük bir sorun. Ayrıca, büyük baş hayvanlarımızın büyük bir bölümü de tüberküloz! Dolayısı ile bu Türkiye için halen bir sorun ve böyle olduğu halde son kalan koruyucu silaha karşı direnç geliştiren genlerin insanlara ve hayvanlara yedirilmesi büyük bir toplumsal sağlık sorunu. İzmir’de yapılan bir çalışmada kanamisin direnci görülmüş.
Bunun daha da ilginci biyolojik silah kullanıldığında, kullanılan bakterilerin de aslında tek tedavisi kanamisinle mümkün.
Aslında Amerika şunu demek istiyor olabilir: “Ben gelecekte senin üzerine biyolojik bir bomba atacağım, o zaman senin tedavin mümkün olmasın! Şimdiden kanamisin direnci oluşsun. O bombayı attığım da da senin yaşama şansın kalmasın.”
Bu çok acı bir gerçek! Böyle bir durumda Parlamento, nasıl olur da onu seçenlerin sağlığı ile oynayabilir. Ben bir hekim olarak bunu algılayamıyorum! Anlaşılan ne büyük baskılar veya ne tür çıkar ilişkileri var ki böyle bir yasa çıkabiliyor?”
“GDO: Çağdaş Esaret” kitabını okuyanlar sizin gözünüzle ne kazanacaklar?
“Birincisi, son on yıllar içerisinde hızla yaygınlaşan kanserin sebeplerinden birini öğrenmiş olacaklar. Dolayısı ile kansere veya başka hastalıklara yakalanmamak için daha doğal nasıl beslenirim? sorusu uyanacak. Çünkü öncelikle tüm insanlarda bu sorunun uyanması lazım, çünkü insan uyanmadan cevap aramıyor. Hazır verilen cevapları beyin algılamıyor. İlk önce insanın beyninde bir soru oluşacak ki aldığı cevabı da değerlendirebilsin.
Yani kitabı okuyanlar, bugün marketten bir alışveriş yaptığımda ne tür risklerle karşı karşıyayım, kendimi, çocuğumu ve ailemi nasıl korurum? sorularını sormaya başlayacaklar ve ondan sonra da arayışa girecekler, önemli olan bu!
İkincisi, Türkiye’de 13 bin bitki çeşidi var, bunun üçte biri sadece Anadolu topraklarına mahsus. Peki, bu kadar bitki çeşidi olan bir coğrafyada yaşayan ben niye sebze tohumlarımın yüzde seksen beşini ithal etmek zorundayım? Neden İsrail ve Hollanda’dan gelmiş besin değeri çok düşük domates yemeye mahkûmum? Niye Çanakkale domatesini doya doya yiyemiyorum? Sebze tohumlarının yüzde seksen beşini ithal ederken bunun yanında gelecekte buğdayın anavatanı olan Anadolu’da kendi buğdayımı mı kullanacağım yoksa buğday tohumuma da birileri el mi koyacak?
Tohumunuza egemen olan size egemendir. Gelecekte buğday tohumunu Amerika’dan yada İsrail’den almak zorunda kalırsanız o zaman bu ülkelere nasıl kafa tutacaksınız? Bağımsız bir ülke olduğunuzu nasıl savunacaksınız?
Artık ülkeleri asker gücüyle istila etmeye gerek yok. Tohumla istila etmeniz yeterli!
Bu bir beslenme kitabı değil, karşı olup olmamakla ilgili bir mesele de değil! Bu kitap geleceğimizi ipotek altına sokmaya çalışanlara bir başkaldırıdır. Tohumumuza el konulduğu zaman biz köleyiz. Bu yüzden ‘çağdaş esaret'”
Nihal Doğan
Kitabın kapağından
Gerçeklerin çarpıtıldığı, doğruların gözlerden saklanılmaya çalışıldığı, düşüncelerin emperyalist merkezlerin çıkarları doğrultusunda şekillendirildiği, ülke bağımsızlığının ve egemenliğinin yabancı güçlere peşkeş çekildiği günümüz bilimci politik ortamında Prof. Dr. Kenan DEMİRKOLun bu kitabı, biyolojik varlığımıza doğrudan bir müdahale tehdidini oluşturan çok önemli bir konuyu, genetiği değiştirilmiş tohumlar konusunu tartışmaya açmaktadır. Bilimsel gelişmelerin sağladığı olanakların, emperyalist tekellerin yaşamın tüm örgütlenmesine el koyma ve sömürülerini yoğunlaştırma çabaları yönünde kullanılmalarını bilim(!) adına destekleyen bilimci tavra en ciddi yanıtlardan birinin verildiği bu kitap, GDO konusuna ilgi duyan her okuyucu için vazgeçilmez bir başvuru kaynağı olacaktır.
Bu kitapta genetiği değiştirilmiş tohumların dünya tarımsal üretiminde giderek nasıl yaygınlaştığı, hangi politik ve bilimci kişi ve kuruluşların bu sürece nasıl katkı sağladıkları, sürecin ülkelerin tarım politikalarını ve gıda güvencelerini nasıl etkilediği, çiftçiliğin toplumsal konum ve işlevinin nasıl değiştiği ve böylesi tohumların ürünü gıdaların sağlığımız için ne gibi riskler taşıdığı açık bir dille anlatılmıştır. Yaptığı TV programları ve verdiği konferanslarla düşün ve eylem dünyamızın aydınlanmasına katkı sağlayan Prof. Dr. Kenan DEMİRKOLu kutluyor, kitabı, başta çiftçi okurlar olmak üzere tüm yurttaşlarımıza öneriyorum.
AYFED YAVİnin yazısı
Doğa döngüsü içindeki bir minik böceğin türünün yok olmasıyla tüm yaşam döngüsünün nasıl etkilendiğini, kimyasallarla yeraltı suyu ve akarsuların kirlenmesini, toprağın gördüğü zararı hayretle okuyacaksınız ‘GDO: Çağdaş Esaret’ kitabında
Ey çocukluğumun mis kokulu Arnavutköy çilekleri, sulu, incecik kabuklu narin domatesleri, çıtır çıtır Çengelköy hıyarları! Şehirli bir kadının başka ne serzenişi olabilir ki? Düşünür müydük karnımızı doyururken bulgurun nereden geldiğini, ekmeğimizin içindeki unun zehirli olup olmadığını, kapıdan geçen tava yoğurdunun sütünün dut ağaçları arasında otlayan ineklerden sağılıp sağılmadığını. Bilirsiniz, sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yermiş. Artık aldığınız yoğurt haftalarca buzdolabında bozulmuyorsa, uzun ömürlü sütler market raflarından size göz kırpıyorsa, yavaş yavaş ve giderek artan bir derecede zehirleniyor muyuz diye düşünmeye başlıyor insan.
Genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) dünyayı 14 yıldır yakından ilgilendiren bir konu. 2009 Haziran ayında hükümet sözcüsünün “GDO’lu ürünler ülkemize yıllardır giriyor o halde ülkemizde de ekilmesinde hiçbir sakınca yoktur” sözleriyle Türk halkı genetiği değiştirilmiş organizmalar gerçeğiyle yüzyüze kaldığı bir sürece girmiştir. O günden itibaren kulağımız gözümüz televizyon, gazete ve dergilerde takılı kaldı. Halk kendini sağlıklı besleniyor zannederken giderek artan derecede tehlikeli gıdalarla karşı karşıya kalmış olduğunu anladı. GDO’ya Hayır Platformu gönüllüleri, Ziraat Mühendisleri Odaları başkanları, Türk Tabibler Birliği Tarım, Gıda ve Beslenme Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Kenan Demirkol başta olmak üzere, duyarlı medyacılar sayesinde günde üç-beş TV kanalı gezerek kafası karışan tüketicileri, ebeveynleri bilgilendirmek için müthiş bir çaba harcadılar. Ama biliyoruz ki söz uçar!
Şirketler para kazanıyor
Demirkol, “GDO’lar nedir? Niçin üretilir? Kime yarar sağlar? Yarattıkları sorunlar nelerdir? Türkiye’de GDO’nun durumu nedir?”sorularına yanıt aramak için çıktığı yolda oluşturduğu bilgileri GDO: Çağdaş Esaret kitabında topladı. Tohumun genetiğinin değiştirilmesi, tescil altına alınması ve biyoteknoloji şirketlerinin dünya tohumlarına göz dikmesini söyle özetliyor Demirkol: “Tohuma egemen olunduğunda gıdaya egemen olunacağından Amerika Birleşik Devletleri yönetimi ile kol kola girmiş olan tohum şirketleri var güçleri ile tohumu patent altına alarak onbinlerce yıldır tüm insanlığın ortak malı olan tohumları şirketlerin malına dönüşmektedir. Tohumun genetiğinin değiştirilmesi sadece patent hakkı alarak tohumları kendi uktelerine geçirebilmek için yapılmaktadır.
Bugün genetiği değiştirilmiş tohum ticaretinin yüzde 99’u dört bitki ile yapılmaktadır: soya, mısır, pamuk ve kanola. Bu bitkilerin tohumlarında yapılan genetik değişikliğe bakıldığında ise tohumlara ya bazı böcekleri öldürecek zehir üreten gen aktarılmıştır ya da bir yabancı ot öldürücü ilaç olan glifosata karşı bitkinin direnç kazanmasını sağlayan genetik değişiklik yapılmıştır. İkinci nesil GD-tohumlarda bu iki özelliğin aynı tohuma uygulandığını da görmek mümkündür. Bu basit değişiklik sonucu tohuma patent alınabilmekte ve artık o tohum bir şirketin malı haline dönüşmektedir. Patentli tohumlarla Uluslararası tohum şirketleri para kazanırken bu şirketlerin işbirlikçisi hükümetler de toplumları baskı altında tutabilecek yeni bir silaha, genelde gıda ve özelde tohumlara kavuşmuş olmaktadır.”
Ya bir daha düzeltilemeyecek zararlara uğrayan sağlığımız? GDO’ların sağlık sakıncalarına kapsamlı bir yer ayırmış kitabında Demirkol. Gıda alerjisi, antibiyotik direnci gibi kesinleşmiş yan etkileri dışında, GDO’ların yol açabileceği kanser ve benzeri kronik hastalıklar, kısırlık, sakat veya ölü bebek doğumlarına kadar geniş boyutta olumsuz etkileri üzerinde incelemeler kaynaklar gösterilerek açıklanmakta. Peki GD-Bitkilerin çevreye verdiği zararlar, bunları da gözardı mı edeceğiz? Bu tohumlarla yapılan tarımın, insan ve hayvan sağlığını olumsuz yönde etkilediği gibi çevre sağlığına ve biyoçeşitliliğe nasıl zarar verdiğinin izini süreceksiniz elinizde kaynakça yoğun kitapta. Doğa döngüsü içindeki bir minik böceğin türünün yok olmasıyla tüm yaşam döngüsünün nasıl etkilendiğini, kimyasallarla yeraltı suyu ve akarsuların kirlenmesini, toprağın gördüğü zararı hayretle okuyacaksınız GDO: Çağdaş Esaret kitabında.
Topraktan ekmeğini çıkartan çiftçilerin, durumunun giderek zorlaşması, göçlerin artması, tohum, gübre ve mazot fiyatlarının yükselişi ile borçlanarak yoksullaşmaları irdelenen kitapta, başta mısır olmak üzere ürünlerin GDO takibi yapılmadan yıllarca ülkemize girdiği ve tüketicilerin sofrasına ulaştığı anlatılmakta. 1960’lı yılların başında “dünyada 1 milyar aç insan var , onları doyurmak istiyorsak yüksek verimli tohum kullanılmalı” söylemiyle başlayan Yeşil Devrim tarihi yanısıra, günümüzde ne üretirlerse üretsinler sadece karlılık peşinde koşan Uluslararası dev şirket politikalarına bağımlı kılınmış milyonlarca insanın hayatı hakkında çok detaylı bilgi ile buluşacaksınız.