4.3 C
İstanbul
Pazar, Kasım 24, 2024

spot_img

Türkiye hızla kısırlaşıyor!

1975 yılında yüzde 2 olan kısırlık oranı, Türk Jinekoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Bülent Tıraş’a göre 2005 yılında yüzde 15’lere çıkmış. 2009’da ise bu oranın yüzde 25’leri bulduğu tahmin ediliyor. Yani Türkiye’de her dört kişiden birinin kısırlaşmış durumda! Öte yandan 1974’de 1 milimetreküpte 125 milyon sperm sayısına sahip olan Türkiyeli erkeklerin bugünlerde sperm sayılarının 25 milyona düşmüş olması kısırlaşma sürecinin hızla artacağının da habercisi olarak görülüyor. Bültenimizin bu sayısını iyibilgi yazarlarından Nihal Doğan’ın kısırlıkla ilgili yazısına ayırdık. Yazının sonunda editörümüz Prof. Dr. Ahmet Aydın’ın Taş Devri Diyeti Kitabından alınan ve kısırlığa başka bir yönden bakan fikirlerini okuyacaksınız.

“Sevgi, saygı, güven, sadakat, paylaşma, bağlılık duygularımıza ve inançlarımıza saldırdılar önce… Ardından ruhlar ve kalpler kısırlaştı!” Ya sonra? İşte kısırlık denizine düşenlerin sarıldığı yılan!

16 Haziran 2010 tarihinde hürriyet gazetesinde “Kısırlığa kök hücreli çözüm” başlıklı yayınlanan bir haber bizi yakın geçmişe götürdü. Neden mi? Efendim bizler son 10-15 yıldır kısırlık haberleri ile yatıp kısırlık haberleri ile uyanıyoruz! Reklâmlar, haberler, radyo ve televizyon programları neredeyse tüm Türk halkını kısır ilan ediyor ama çaktırmadan! Medya ve basın organlarında hemen her gün kısırlığa çözüm olabilecek gelişmeler, ürünler, tedavi yolları ile ilgili bir haber, reklâm veya sağlık programı görebilirsiniz… Son 5 yıl içinde kısırlığa çare olarak sunulan tüp bebek, kök hücre, taşıyıcı anne, sperm bankası, yumurta veya sperm dondurma gibi yöntemler, cinsel gücü artırıcı (!) haplar, afrodizyak gıdalar konusunu duymadığınız bir gününüz oldu mu?

Türkiye hızla kısırlaşıyor!

Kemal Özer, Deccal Tabakta isimli kitabından Türkiye’nin nasıl kısırlaştığını bilimsel verilerle uzun uzun açıklıyor… 1975 yılında yüzde 2 olan kısırlık oranı, Türk Jinekoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Bülent Tıraş’a göre 2005 yılında yüzde 15’lere çıkmış. 2009’da ise bu oranın yüzde 25’leri bulduğu tahmin ediliyor. Yani Türkiye’de her dört kişiden birinin kısırlaşmış durumda! Öte yandan 1974’de 1 milimetreküpte 125 milyon sperm sayısına sahip olan Türkiyeli erkeklerin bugünlerde sperm sayılarının 25 milyona düşmüş olması kısırlaşma sürecinin hızla artacağının da habercisi olarak görülüyor.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre Türkiye’de, 2000 yılında 0-24 yaş arasında 34 milyon 119 bin 716 olan genç nüfus sayısı 2008’e gelindiğinde 2 milyon 889 bin 467 azalarak 31 milyon 230 bin 467 kişiye inerken, aynı dönemde 65 yaş ve üstü nüfus yüzde 26,8 yükselerek 3 milyon 858 bin 949’dan 4 milyon 893 bin kişiye çıkmıştır. 2000 yılında 0-24 arası yaş grubu toplam 67 milyon 803 bin 927 olan nüfusun yüzde 50,3’nü oluştururken, 2008 yılında 71 milyon 517 bin 100’e çıkan nüfusun yüzde 43,7’sini oluşturmuştur. Özetle 2000-2008 döneminde 25 yaş altı nüfus 2 milyon 889 bin 467 azalırken, 65 yaş ve üstü nüfus 1 milyon 34 bin 474 artmıştır.

Bir başka deyişle nüfusta görülen yüzde 5,48 oranındaki artışa karşın, genç nüfusun toplam nüfus içindeki payı azalmıştır. (Kaynak:Deccal Tabakta/ Kemal Özer/ Hayykitap Nisan 2010)

Peki, bugünlere nasıl geldik? İnsanlar kısırlık kuyusuna nasıl düştü? Ve sonunda insanların hem canlarını hem de ceplerini sömüren bir ekonomi yani “kısırlık ekonomisi” nasıl doğdu?

Kadınlar kariyer ve güzellik, erkekler güç ve eğlence peşinde koşarken mi dersiniz? Yoksa teknoloji harikası elektronik aletlerin elektromanyetik dalgaları mı? Ya da hayatımızı kolaylaştıran makinelerin ısısıyla mı? Evlerimizde çamaşır-bulaşık makinesi, buzdolabı, epilasyon aletleri, saç kurutma makineleri, mikrodalga fırınlar ve küçük ev aletlerinin yüzlerce çeşidi…

Sevgiyi, saygıyı, sadakati, huzurlu ve mutlu evliliği ve bu evliliğin meyvesi mutlu bebekleri bile düşünmemize izin vermiyorlar, “Masal mı anlatıyorsun, hangi devirde yaşıyorsun sen?” diyorlar!!!

Hemen harekâta geçip dört bir yandan saldırıyorlar! Bu zamanda özgür ol, kendini ortalığa sal… Tek eşlilik, evlilik mi? O da ne??? Bul bir sevgili, olmasa başkası, önce birlikte yaşa bakalım… Prezervatifini hep cebinde tut… Doğum kontrol hapını iç… Çocuk mu? Deli misin sen??? Önce hayatını yaşa…

İşte bu hikâyelerle temeli atıldı kısırlığın! Sevgi, saygı, güven, sadakat, paylaşma, bağlılık duygularımıza ve inançlarımıza saldırdılar önce… Ardından ruhlar ve kalpler kısırlaştı!

Sonra yiyeceklerimize göz diktiler! Pazardan elinle seçme, marketten ambalajlı al… Aman ha hijyen olsun! Tarlada sebzeler böceklenmesin, al bu ilacı sık… “Mahsul öyle küçük, çarık olmasın büyük ve gösterişli olsun, çabuk büyüsün, çok para kazan” diyerek tarım ilaçlarını ve hormonları hayatımıza soktular ve bedenimizin dengesini böyle bozmaya başladılar… Bitmedi! Hibrit tohumlar, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar ve adımları atılan Nano Teknojik gıdalar…

Şimdi hemen herkes kronik hasta, perde arkasını incelediğinizde ise tarım ilacını satanların da, tarım ilacından hasta olanları tedavi edenlerin de aynı kurumsal yapılar olduğunu görüyorsunuz.

Artık insanlar kısır döngü içinde göz göre göre zorla kısırlaştırılıyor. Ne yazık ki bu yüzyılda çiftlerin çoğu en mahrem konularını ve hayatlarını değiştirecek en mutlu anlarını doyasıya mutlulukla yaşamıyor. Kadın kocasına bebek müjdesini verebilmek için önce bankaya uğraması gerekiyor! Ama bu ya kredi için, ya yumurta ya da sperm için! Birileri maddi menfaat elde ederken, birileri “kısır” bir döngü içinde dönüyor! Burada durup düşünmek gerek: Bunlar neden başımıza musallat oldu, nasıl bu tuzaklara düştük, nasıl kurtulabiliriz? Doğru sorular sorulur ve doğal çözüm yolları aranırsa halen insanlığın kazanma umudu var… Tabiatına ve inançlarına sarılan, doğal yaşam için çaba harcayanlar kazanıyor… Yani kötülerin de başa çıkamadığı rakipleri halen var: İyiler…

Evet, “kısırlık ekonomisi” palazlanırken, insanların en doğal hakkı, yani üreme hakkı “çeşitli yollarla” ellerinden alınıyor. İşte basında yer alan haberler eşliğinde bu acımasız ekonominin iç yüzü ve korunma yolları:

Öncelikle yazımızın başında bahsettiğimiz, 16 Haziran tarihinde Hürriyet gazetesinde yayınlanan “Kısırlığa kök hücreli çözüm”haberinden bir bölümü sizlerle paylaşıyoruz…

Avrupa İnsan Üremesi ve Embriyolojisi Derneği (ESHRE) Yönetim Kurulu Üyesi ve Hacettepe Üniversitesi (HÜ) Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Timur Gürgan, erkeklerde kısırlık sorununun çiftlerin çocuk sahibi olmasında çok önemli bir engel olduğunu söyledi.

Erkeklerde kısırlık tedavisine yönelik yöntemlerin her geçen gün geliştiğini ve umut verici sonuçlar alınmaya başlandığını anlatan Gürgan, erkek kısırlığına son verebilecek bir araştırma olan sperm kök hücrelerinin kullanılması çalışmasının sonuç vermeye başladığını bildirdi.

Kök hücre sperm ve yumurta hücresine dönüştürülebiliyor

Gürgan, dünyada ilk kez Prof. Dr. Herman Tournaye tarafından yapılan çalışma ile kök hücrelerin, sperm ve yumurta hücrelerine dönüştürülebilmesinin sağlandığını belirterek, “Daha önceden saklanmış kök hücrelerin bazı hayvan testislerine nakli ile olgun sperme dönüşme özelliğini kazanması amaçlanan ilk çalışmalar olumlu sonuçlar verdi” dedi.

Henüz çok az hastada denenen ve bir kısmında olumlu neticeler alınan uygulamaların hala araştırma aşamasında olduğunu ifade eden ESHRE Yönetim Kurulu Üyesi ve HÜ Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gürgan, gelişmelerin umut verici olduğunu söyledi.

Dr. Herman Tournaye’nin sunduğu araştırma ile ergenliğe girmeden önce kanser tedavisi geçirmek zorunda olan erkek çocukları için ileride çocuk sahibi olabilmeleri amacıyla, “Kök hücreden sperm hücrelerinin üretilmesi yolunun açıldığına” dikkati çeken Gürgan, “Bu yöntemle, kanser tedavisi öncesi testis dokusu dondurularak, tedavi sonrasında sperm hücresi üretebilen kök hücreleri geri nakletmek mümkün oldu” diye konuştu.

Laptop’u icat edenlerin tüp bebek merkezleri ve sperm bankaları ile ortaklığı olabilir mi?

Doktortr sitesinde yayınlanan “Laptop kısırlık yapıyor” başlıklı haber dizüstü bilgisayar kullanan erkeklerin nasıl kısırlaştığını anlatıyor.
Dizüstü bilgisayarlar nasıl kısır yapar?

Alkolün, nikotinin ve keyif verici maddelerin erkeklerde üremeyi olumsuz yönde etkilediğini artık hepimiz biliyoruz. Ya dizüstü bilgisayarların etkisi? New York Devlet Üniversitesi’nden bilim adamları, bir dizüstü bilgisayarı gerçekten de diz üstüne koymanın kasıklardaki ısıyı yükselttiğini gösteriyor.

Çalışmayı yöneten ürolog Dr. Yefim Shynkin şöyle açıklıyor:

“Dizüstü bilgisayarların iç ısısı çalışma sırasında 70 dereceyi geçebilir. Bu aygıtlar çoğu zaman kasık bölgesine yakındır. Bu aygıtların yarattığı aşırı sıcaklık bir yana, dizüstü bilgisayarlar kullanıcının bacaklarını birbirine yaklaştırmasını sağlıyor ve bu da testisleri sıkıştırıyor.” Tüm bunlar da üreme becerisini düşürüyor.

Bununla birlikte, sanmayın uzmanların hemfikir olduğu bir konu, erkeklerin testislerinin aylar boyunca ısıya maruz kalmasının uzun dönemde iktidarsızlığa yol açabileceği. Spermlerin yeniden üretimi bile iki ayı buluyor. Kendinizi bu sorundan uzak tutun.

Dev kozmetik üreticileri ve büyük ilaç firmalarının, kısırlık tedavi merkezleri ile bir bağı olabilir mi?

İki yıl önce Hacettepe Üniversitesi Kimya Bölüm Başkanı Prof. Dr. Adil Denizli ile yaptığım söyleşi hala aklımdan çıkmıyor! 13 Haziran 2008 tarihinde iyilikguzellik sitesinde yayınlanan “Spermlerimizin peşindeki mikro yaratıklar” başlıklı söyleşimizde Prof. Denizli, insanların kullandığı ilaç ve kozmetik atıklarının kanalizasyona oradan da denizlere karışmasıyla son yıllarda erkek ve kadınlarda artan kısırlık ilişkisini şöyle açıklamıştı:

“Su”daki mikro kirletici hormonlar, cinsel hayatı makro düzeyde bozuyor!

Kullanılan ilaç ve kozmetik atıkları kanalizasyona, kanalizasyonlarda arıtılan sular da, denizlerimize bırakılıyor. İlaç ve kozmetik atıklarındaki hormonlar suları kirleten en önemli unsur. Arıtma sisteminden kolaylıkla geçen mikro boyutlardaki kirleticiler ölümcül hastalıklara sebep oluyor! Mikro kirleticiler diyoruz ama etkileri makro! Bol bol bulunmalarına gerek yok, çok küçük olmaları bile büyük tehlike.

ABD, Avrupa ve Asya’da inceleme yapılan sularda psikiyatrik, analjezik ve antibiyotik türünde ilaçlar tespit edildi. İlaçlardan kalan atıklar idrar veya dışkı yoluyla suya karışıyor. Son yıllarda denizlerde ve tatlı sularda “cinsiyetsiz balık” bulundu. Araştırmalar su veya su ürünlerinde, ağrı kesicilerden “asetaminofen”, antimikrobiyal sabunlardan “triklosan” gibi kimyasallar ortaya çıktı.

Sularımıza karışan mikro kirleticilerden hormonların, sudaki canlıları kıskacına alıp, besin yoluyla insanlara ulaşması gelecekte çok ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir. Aynı zamanda yıkanma ve temizlik esnasında da, deri yolu ile vücuda girebiliyor.

Hormonlarla gelen sudaki mikro kirleticiler öncelikle böbrek üstü bezlerini etkiliyor, böbrek üstü bezleri hormonları, hormonlar da cinsiyet sistemini etkiliyor.

Vücuda giren ağır metaller küçük küçük birikirler ve zararları zaman içinde ortaya çıkar. Eski yıllarda insanlarda 50 yılda ortaya çıkan şikâyetler, günümüzde 10 yılda kendini göstermektedir. Son dönemde kadın ve erkeklerde hızla artan kısırlık şikâyetleri de, bunun kanıtı. Toprak, hava ve su kirli ise insanların temiz ve sağlıklı yaşam şansı azalıyor. Son olarak tekrar ediyoruz, su ile ilgilenen yetkililerin bilinmeyen kirlilik unsurlarının, belirlenmesi yolunda acilen çalışma başlatması gerekiyor.

4 Kasım 2009 tarihinde Radikal gazetesinde “10 soruda genetiği değiştirilmiş organizmalar” başlıklı haber, hayvanlar ve insanlar arasında kısırlık zincirini ortaya koyuyor. Hayvanlar için Ralgro ve Synovex hormon ilaçlarını üreten ilaç firmalarının insanlar için hangi kısırlık ilaçlarını ürettiğini araştırma işini size bırakarak haberden küçük bir bölümü sizlerle paylaşıyoruz:

Gen Mühendisliği Hayvan Yetiştiriciliğinde Sağlıklı ve Başarılı Olmuş mudur?

Sadece bitkisel üretimde değil hayvan yetiştiriciliğinde kullanılan ve genetik yöntemlerle elde edilen hormonlar felaketlere neden oluyor. Şöyle ki: Gen mühendisliği yöntemleriyle üretilen BST veya bovin büyüme hormonu (BGH) hayvan yetiştiriciliğinde tüketiliyor.

Kısa sürede bol paraya kavuşmayı arzulayan besiciler, hayvanlara aşırı kilo aldıran, yasa dışı ilaçlara yönelir. Hormon vazifesi gören Ralgro ve Synovex isimli ilaçlar, kiloyu yüzde 15-20 arası arttırıyor. Ancak hormonlu eti yiyen kişilerin hormonal yapısı bozuluyor. Hormonlu et kısırlık, cinsel güç kaybı ve kalp hastalıklarına sebep oluyor.

Prof. Dr. İrfan Erol, ilaçların hayvanın etinde bırakacağı kalıntı ile insanlara geçebileceğine dikkat çekiyor. Erol; “hormon çocukların erken buluğ çağına ulaşması, dişilik hormonu alan erkek çocuklarda göğüslerin büyümesi gibi etkiler gösteriyor. Erkek ve kadınlarda karşı cinse benzer fizyolojik değişiklikler görülebiliyor” diyor. Ayrıca bu yolla prostat ve meme kanserine davetiye çıkarmış oluyoruz. Adı geçen ilaçlar bu nedenle 17 yıl önce Avrupa’da yasaklanmıştır. Dişilik hormonu östrojen içeren Ralgro ve Synovex, ithalatı, imalatı ve kullanılması 1992 yılında yasaklanmasına karşın çok kolay bulunabiliyor.

Genetiği Değiştirilmiş Ürünler Sağlıklı mıdır?

Genetiği değiştirilmiş soyanın insanlarda alerji oluşturduğu kesinleşmiştir. Genetiği değiştirilmiş patatesleri yiyen farelerin bağışıklık sisteminin ciddi biçimde bozulduğu da tespit edilmiştir. Bitkilere aktarılan genlerin çoğunluğu bakteri ve virüs kökenlidir. Gen aktarımı sırasında genetiği değiştirilmiş bitkilerin seçilebilmesi için antibiyotik dayanım izleme genleri kullanılmaktadır. Antibiyotik dayanım izleme genleri insan ve hayvan bünyesindeki bakterilere yatay olarak geçer.

Bu da insan ve hayvan bünyesindeki genleri antibiyotiğe dayanıklı hale dönüştürür. Bu dönüşüm sağlık açısından büyük risk oluşturur ve bağışıklık sistemini çökertir. Kısacası, GDO’lu ürünlerden işlenmiş gıda ürünlerinin sofralarımıza ulaşması, halkımızı daha da ağırlaşan alerjik reaksiyon, antibiyotik dayanıklılık, toksik etki, artan doğum anormalleri ve kısırlık gibi sağlık sorunlarıyla karşı karşıya bırakacaktır.

Kanıtlar:

İskoçya Rowett Enstitüsü’nden Dr. Arpad Pusztai’ın genetiği değiştirilmiş patates ile beslediği farelerin tümünün iç organlarında küçülme, sindirim sistemlerinde bozukluk, bağışıklık sistemlerinde çökme, kan yapılarında bozulma ve mide çeperlerinde kalınlaşma görüldü.

Rus Bilim İnsanı İrina Ermakova’nın genetiği değiştirilmiş soyayla beslediği farelerin yavrularının % 55,6’sı doğumdan üç hafta sonra öldü. Normal soyayla beslediği yavruların ise sadece % 6,8’i öldü. Genetiği değiştirilmiş soyayla beslediği fare yavrularının % 36’sının normal doğum ağırlığının altında doğduğu belirlendi. Bu deneme üç kez tekrarlanıp aynı sonuçlara ulaşılınca, Ekim 2005’te bilimsel bir panelde kamuoyu ile paylaşıldı.

Avusturya Tarım ve Sağlık Bakanlığı’nın finansmanıyla Viyana Üniversitesi’nce 2008 yılında yapılan bir çalışmada, genetiği değiştirilmiş gıdalarla beslenen farelerin 3-4 nesil sonra üreme yeteneklerini kaybettikleri belirlendi.

Caen Üniversitesi’ndeki CRIIGEN’den Prof. Seralini’nin Grubu: Rounduop herbisid seksüel hormonları bozuyor. Caen Universitesi’deki CRIIGEN’den Prof. Seralini’nin grubu, Dijon Universitesi’nden Prof. Chagnon’un grubuyla beraber, yeni doğan bebeklerin göbek bağı hücrelerinde çok az derecede Roundup toksini olduğunu gösterdikten sonra yeni bulgularını açıkladı. Örneğin Birleşik Devletlerde GDOlu gıdalarda izin verilen Roundup kalıntısından (çok az) 800 kez az olan herbisid erkekleşme hormonu androjenin hareketini engelliyor.

Dünya ve Türkiye gün geçtikçe kısırlaşıyor… Evet, artık günümüzün acı gerçeklerinden biri bu! Peki, bu derdin kökeni nereden geliyor?

Türkiye penceresinden baktığımızda, özellikle son 30 yıl içinde, bir yandan atalarımızın beslenme tarzından, aile yaşamından, inançlarımızdan ve geleneklerimizden uzaklaşırken, diğer yanda batının yaşam anlayışına özenip“modernleşeceğiz” derken her açıdan kısırlaşmadık mı?

Küresel sermayenin, küresel tuzaklarına düşen insanlar sadece bedensel yönden değil, maddi ve manevi yönden de kısırlaşıyor!!! Bedenleri esir alan kötü hastalıklar… Evleri ve işyerlerini saran elektromenyetik dalgalı teknolojik ürünler… Sofraların vazgeçilmezi olan hazır ve kısır gıdalar…

Özgür yaşam adı altında yok olan aile hayatları…

Ve bunların sonunda yalnız, eşsiz, çocuksuz, torunsuz, işsiz, evsiz ve hasta insanlar ordusu… Bu ordunun üyeleri aç!!! Hem bedenen hem ruhen hem de kalben…

Özetle üreme organlarında artan kısırlığın çaresi, öncelikle günlük yaşamımızda ve içimizde aranmalı! Bu bağlamda, yazı dizimizin ikinci bölümünde de basında yer alan haberler eşliğinde kısırlık ekonomisinin iç yüzünü ve korunma yollarını sizlerle paylaşıyoruz:

“Yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin.” Bu söz kime ait? GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) aslında dünya insanalarını kısırlaştırma operasyonunun bir parçası mı? F.William Engdahl’ın Ölüm Tohumları kitabında tüm dünyada artan kısırlığın sebeplerini tüm açıklığı ile ortaya koyuyor…

Bizi Sessizce Öldürüyor, Hiç Olmadığı Kadar Sessiz…

Monsanto, Dow, DuPont ve onları destekleyen Washington Hükümeti’nin belirgin stratejisi GDO tohumları yeryüzünün her köşesine yaymaktı. Bunu yaparken de önceliği savunmasız, ağır borç yükü altındaki Afrika ve diğer gelişmekte olan ülkelere ya da Polonya ve Ukrayna gibi hükümet denetimlerinin az, yolsuzlukların yüksek olduğu ülkelere verdiler.

Bir kez ekildikten sonra tohumlar tüm bölgeye yayılacaktı. İleriki bir tarihte, küresel GDO tohum şirketleri, Dünya Ticaret Örgütü yaptırımlarıyla tehdit ederek gezegenin gelişen bölgelerindeki tohum tedarikine hâkim konumda olacaklar ve dilerlerse yaşamak için gerekli olan tohum tedarikini kesebileceklerdi. İstihbarat terminolojisinde böylesi bir kapasite “stratejik kırmızı güç” olarak bilinir. Olası bir düşman ya da rakip, kaynağı kontrol eden kişilerin siyasi isteklerine boyun eğmedikleri sürece stratejik bir kaynaktan mahrum bırakılabilir -enerji, ya da bu durumda gıda- ya da mahrum bırakılmakla tehdit edilebilir.

Çok Özel Bir Mısır

Peki, nasıl olur da bu durum ABD’deki Rockefeller Vakfı, Ford Vakfı ve diğer büyük oyuncuların uzun dönemli nüfus kontrolü stratejileriyle ilişkilendirilebilir? Yanıt kısa sürede ortaya çıkacaktır.

San Diego’da küçük bir biyo-teknoloji şirketi olan Epıcyte, Eylül 2001 ‘de yaptığı bir çalışmayla ilgili olarak bir basın toplantısı düzenledi. Şirket en son GDO mahsulünü yarattıklarını açıkladı –gebeliği engelleyen mısır. Gebelik bağışıklığı olarak bilinen bir durumu olan kadınlardan antikorlar aldılar ve bu kısırlaştırıcı antikorların üretilmesini düzenleyen genleri ayırdılar ve kalıtım mühendisliği yöntemlerini kullanarak mısır bitkisinin oluşmasını sağlayan mısır tohumlarına bu genleri iliştirdiler” “Sperm öldürücülü antikorlar üreten mısırlarla dolu bir seramız var” dedi, Epıcyte Başkanı Mitch hem de övünerek.”

Dünyadaki egemen basın tarafından pek üzerinde durulmayan bu çarpıcı açıklamanın ardından, Epicyte stratejik bir araştırma ortaklığı ile lisans anlaşması yaptı. Bu anlaşmayı ABD’deki üç büyük genetik şirket tarımcılığı tohum evinden biri olan Dow AgroScıences aracılığıyla Dow Kimyasallar ile yaptı. O zaman yaptıkları açıklamaya göre bu ortaklığın amacı Epicyte’nin teknolojik devrimini Dow AgroSciences’ın “genetik mühendisliği mahsullerdeki gücü” ile birleştirmekti. Epicyte’nin ürün adayı antikorları, mısıra dönüştürülüyordu. Epicyte ve Dow kuruluşları gen değişimli bitkilerde antikorların açılım, sabitlik ve birikimini etkileyen etmenleri araştıran dön yıllık bir programda anlaştılar. Epıcyte aynı zamanda Novartis Tarım Keşif Enstitüsü (Syngenta) ve Baftimoredan ReProtect LLC ile gebeliği engelleyen antikor temelli mikrobisitler geliştirmek için de işbirliği yaptı.”

6 Ekim 2002de CBS Haber kanalı. Kısır Tohum teknolojisinin geliştirilmesi için de canla başla çalışan ABD Tarım Bakanlığının, çeşitli mahsullerde ilaç ve ilaç bileşikleri yetiştirilmek üzere ülke çapında 32 deneme tarlasını parasal olarak desteklediğini açıkladı. ABD Hükümetinin tarla denemeleri, Epicyte’nin sperm Öldürücülü mısır teknolojisini de içeriyordu. Açıklanmayan şey ise ABD Tarım Bakanlığının ABD Savunma Bakanlığındaki bilim adamlarına deneme tarlalarındaki sonuçları iletiyor olması idi. Bunu Maryland’deki Edgevvood (Ecvud) Kimya ve Biyoloji Merkezi gibi sayısız biyolojik araştırma merkezleri aracılığıyla yapıyorlardı.”

Daha önceden, gebelik engelleyici antikorların üretimi, kobay faresi yumurtalık bakterisinin kullanıldığı ultra steril, özel fermantasyon koşulları için maliyeti 400 milyon dolara kadar çıkabilen pahalı tesisler gerektiriyordu. Epicyte özel GDO’lu sperm öldürücülü mısırı yetiştirmek için 40 hektarlık alanın yeterli olduğunu ve sperm öldürücü için gerekenin çok üzerinde antikor üretileceğinden bunun birkaç milyon dolara mal edilerek maliyeti % 90 düşüreceğini iddia etti.

Yaptıkları kısa kamuoyu açıklamasında Epicyte, dünyanın “aşırı nüfus artışı” sorununa bir çözüm olarak sundukları sperm öldürücülü mısırın 2006 ya da 2007’de ticari olarak piyasaya sunulacağını tahmin etti. Basın açıklamasından sonra insan spermini öldürecek sperm Öldürücülü mısır yaratmadaki Epicyte’nin çığır açıcı başarısı ite ilgili tartışma sona erdi. Epicyte Mayıs 2004’de Kuzey Carolina (Karolayna)’dan bir biyo-teknoloji şirketi olan Pittsboro tarafından satın alındı. Daha sonra, sperm öldürücülü mısırın geliştirilmesi hakkında basında daha fazla bir şey duyulmadı ve konu unutuldu.

Yenildiğinde erkeklerde spermi öldüren bir mısır türünün yaratacağı siyasi çalkantı nedeniyle araştırmaların gizlice devam ettiği yönünde söylentiler dolaştı. Meksikalı çiftçiler Oxaca (Ohaka)’daki Meksika mısır tohumu hazinesinin kalbine genetiği değiştirilmiş mısırların yetkisiz bir şekilde yayılmasına karşı zaten isyan halindeydiler.

Epicyte’nin sperm öldürücülü antikorlarını içeren mısırın -ki mısır Meksikalıların temel gıda maddesiydi- yaratacağı etkiyi düşünmek çok da zor değildi. “Sperm Öldürücülü bir Mısır kocanı alır mıydınız?” ya da “bir kap daha mısır gevreğine ne dersiniz, bayım? veya öldürücü bir Meksika pidesine (tortiya)?” Kellogg’s Mısır Gevreği Şirketi’nin yaratıcısı, John D. Rockefeller ile birlikte neredeyse bir asır önce aynı zamanda Amerikan Soy Arıtım Cemaati’ni de kurmuşlardı.

Bir yanda artan kısırlık, tüp bebek merkezleri ve sperm bankaları, diğer yanda üremenin önüne geçen “doğum kontrol” yöntemleri… Hem yediğimiz gıdaların kısırlığa sebep olması hem de doğum kontrol hapları ve prezervatif gibi ürünlerle, üremenin ileri yaşlara ertelenmesi veya önlenmesi aslındaki kimin fikri? Sağlık Bakanlığı’nın yıllardır “aile planlaması” adı altında yaptığı, nüfus artışını yani üremeyi önleme çalışmalarının emri nereden geldi?

Prof. Dr. Kenan Demirkol, ‘GDO: Çağdaş Esaret’ kitabı ile akademik kapitalizmin kirli yüzünü teşhir ediyor… GDO’ların ve patentlenmiş tohumların tarımsal üretime taşınmasının, gizlenemeyecek sonuçlarını ortaya koyuyor. GDO’ların yaygınlaşmasından ve o nedenler artan tarımsal ilaçlamadan sonra alerjide, kısırlıkta, kanser risklerinde, antibiyotiklere direnç geni gibi sağlık sorunlarında gözlenen değişmeler, artışlar kitapta açıkça ortaya konuyor.

Gıdanın özellikle 1950’lerden itibaren Amerika’da silah olarak keşfedildiğini belirten Prof. Demirkol, gıdayı nasıl silah olarak kullandıklarını şöyle anlattı: “Bugüne kadar kademe kademe bunu daha da etkin kılmaya çalıştılar. Bunun çok tipik bir örneği 1970’te ortaya çıkan petrol krizi sonrası Roma’da yapılan dünya gıda konferansında açlık çekilen 30 ülkeye tarımsal yardım yapılması kararı alınmak üzereyken Amerikan tarım bakanının toplantıya girmeyip, dışişleri bakanı Kissenger’in toplantıya gidip tarım yardımını gıda yardımına dönüştürmesidir. Ancak bu yardım için bir koşul şart konulmuştur. ‘Doğum kontrolü yaparsanız biz de size gıda yardımı yaparız’ Diye şart koştukları koşulla gıda, ülkelere istediğini yaptırabilmek için bir baskı unsuru yani bir ‘silah’ olmuş oldu.”

Torun sahibi olmak istiyor musunuz? Peki, torununuzu kısırlıktan koruyabilmek için soya ve soyalı ürünlerden neden uzak durmanız gerektiğini öğrenmek ister misiniz?

Son olarak yapılan çalışmalar genetiği değiştirilmiş gıdalar ve kısırlık arasında bir bağlantı olabileceğini ortaya çıkardı. Araştırmayı Rusya’daki Ulusal Gen Güvenliği Birliği yaptı.

Araştırmalar sırasında hamster cinsi faraler kullandılar. Çalışmalar iki yıl sürdü ve hamsterlar üç jenerasyon boyunca takip altına alındılar.
Bir grup hamster içinde soya ürünü olmayan normal bir diyetle beslendi. İkinci grup ise genetiği değiştirilmemiş olan soya ürünlerini içeren bir diyeti takip etti. Üçüncü grubun diyetinin içinde ise genetiği değiştirilmiş soya ürünleri vardı. Dördüncü bir grup ise üçüncü gruptan daha fazla genetiği değiştirilmiş gıdalarla beslendi…

Çalışma sonuçlarında şunlar ortaya çıktı:

– Araştırmacılar her bir gruptan beş çift hamster aldı. Her gruptan alınan bu çiftler ortalama 7-8 tane yavruya kavuştu.
– Yani ilk jenerasyonun yedikleri doğum oranlarını etkilemedi. Ancak sorunlar araştırmacıların doğan yavruların büyüyüp yavrulama dönemi geldiğinde ortaya çıktı…
– İkinci jenerasyon hamsterların üreme hızları düştü ve cinsel olgunluğa normalden daha geç ulaştılar. Sonuçlar şöyleydi… Soya ürünü yemeyen grubun 78 yavrusu oldu. Genetiği değiştirilmiş soya yiyenlerin ise 40… Ancak bu 40 yavrunun yüzde yirmibeşi öldü. Daha da kötüsü ise genetiği değiştirilmiş soya ile beslenen hamsterların torunları kısır doğdu.

Siz de “çocuk da yaparım kariyer de” deyip, anneliği erteleyenlerden misiniz? Yoksa diyet, aşırı spor, sigara, alkol ve kariyer modası hayatınızın vazgeçilmezlerinden mi? Bu modayı gündeme getirenlerle dünya nüfusunu kontrol almaya çalışanlar arasında bir bağ olabilir mi?

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Bülent Tıraş, “hem çocuk yaparım hem kariyer çok gerçekçi bir söylem değil, bebek sahibi olmak isteyen kadınların 20’li yaşların sonlarında veya 30’lu yaşların başlarında gebe kalmaları gerekiyor, evli kadınların kariyer sebebiyle doğumu ileri yaşlara ertelemeleri hele bugünkü teknoloji ortamında 35’li yaşlardan sonraya bırakmaları büyük risk” dedi.

Prof. Tıraş, yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, şok diyet, aşırı spor, sigara, alkol ve kariyerin kadınlarda kısırlığı tetiklediğini ifade etti.

Dev kozmetik üreticileri ve büyük ilaç firmalarının, kısırlık tedavi merkezleri ile bir bağı olabilir mi?

İki yıl önce Hacettepe Üniversitesi Kimya Bölüm Başkanı Prof. Dr. Adil Denizli ile yaptığım söyleşi hala aklımdan çıkmıyor! 13 Haziran 2008 tarihinde iyilikguzellik sitesinde yayınlanan “Spermlerimizin peşindeki mikro yaratıklar” başlıklı söyleşimizde Prof. Denizli, insanların kullandığı ilaç ve kozmetik atıklarının kanalizasyona oradan da denizlere karışmasıyla son yıllarda erkek ve kadınlarda artan kısırlık ilişkisini şöyle açıklamıştı:

“Su”daki mikro kirletici hormonlar, cinsel hayatı makro düzeyde bozuyor!

“Kullanılan ilaç ve kozmetik atıkları kanalizasyona, kanalizasyonlarda arıtılan sular da, denizlerimize bırakılıyor. İlaç ve kozmetik atıklarındaki hormonlar suları kirleten en önemli unsur. Arıtma sisteminden kolaylıkla geçen mikro boyutlardaki kirleticiler ölümcül hastalıklara sebep oluyor! Mikro kirleticiler diyoruz ama etkileri makro! Bol bol bulunmalarına gerek yok, çok küçük olmaları bile büyük tehlike.

ABD, Avrupa ve Asya’da inceleme yapılan sularda psikiyatrik, analjezik ve antibiyotik türünde ilaçlar tespit edildi. İlaçlardan kalan atıklar idrar veya dışkı yoluyla suya karışıyor. Son yıllarda denizlerde ve tatlı sularda “cinsiyetsiz balık” bulundu. Araştırmalar su veya su ürünlerinde, ağrı kesicilerden “asetaminofen”, antimikrobiyal sabunlardan “triklosan” gibi kimyasallar ortaya çıktı.

Sularımıza karışan mikro kirleticilerden hormonların, sudaki canlıları kıskacına alıp, besin yoluyla insanlara ulaşması gelecekte çok ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir. Aynı zamanda yıkanma ve temizlik esnasında da, deri yolu ile vücuda girebiliyor.

Hormonlarla gelen sudaki mikro kirleticiler öncelikle böbrek üstü bezlerini etkiliyor, böbrek üstü bezleri hormonları, hormonlar da cinsiyet sistemini etkiliyor.

Vücuda giren ağır metaller küçük küçük birikirler ve zararları zaman içinde ortaya çıkar. Eski yıllarda insanlarda 50 yılda ortaya çıkan şikâyetler, günümüzde 10 yılda kendini göstermektedir. Son dönemde kadın ve erkeklerde hızla artan kısırlık şikâyetleri de, bunun kanıtı. Toprak, hava ve su kirli ise insanların temiz ve sağlıklı yaşam şansı azalıyor. Son olarak tekrar ediyoruz, su ile ilgilenen yetkililerin bilinmeyen kirlilik unsurlarının, belirlenmesi yolunda acilen çalışma başlatması gerekiyor.”

Artık ahşap pencere nostalji oldu! Türkiye’de halen ahşap pencere yapan bir iki firma var ancak on yıl içindeı bir anda her yanımızı PVC pencereler sardı… Ama neden? Peki ya ahşap pencerelerimizin katili PVC, üreme sistemlerimizin de katili olabilir mi?

Perihan Mağden, Radikal gazetesinde yazdığı “PVC’ye buyurun” başlıklı yazısı ile 2 Nisan 2005 tarihinde bu konuya dikkat çekmişti:

“Artık ben siyasi oluşumlara inanmıyorum. Böylesine küresel köyleşmiş bu dünyada, sınır tanımayan, hiçbir milliyetçi unsuru varlığında barındırmayan, topyekûn kapitalizmin sonsuz iştahına gem vurmaya: evet bu naçar, bu dibine dayanmış yaşlı gezegende çocuklarımızın geleceğini tehdit eden ‘bırakınız yesinler’ post-kapitalizmine karşı, çevreci direnişçiler! Diyelim: Greenpeace: benim umudum onlarda! .

Geçenlerde gazetelerde Dünya’nın doğal kaynaklarının üçte ikisini tükettiğimize dair haberler çıktı. Kalan üçte bir’de işte ozon deliğini onaracak önlemleri almadan, tıkış tıkış, yavru fokları döve döve öldüren dünyalılar olarak (kimiz ulan biz?) Enayiliğimizin Marduğunun bizi (pek yakında) yerle bir edebilirliğini görmek yerine: gelsin kehanetler, gitsin Marduk gezegeni, elimiz böğrümüzde Masonlar bizlerle kıyamet gününe dair gizlerini paylaşacaklar mı diye bekleyerek (onlar HER nevi çıkarlarını yalnızca biraderleriyle paylaşmak için kurulmuşlar) basiretsizliğimiz ve PVC pencerelerimizle, gezegenimizin sonunu bekleyelim.

İleri aşamada PVC kullanımını tamamen terk ederek, insan ve çevre sağlığını koruyabiliriz.

PVC çevreye en çok zarar veren plastik çeşididir. PVC’nin üretim, kullanım ve atıklarının imha edilmesi süreçleri zehirli ve klor bazlı kimyasalların çevreye yayılmasına yol açar. Bu zehirli maddeler suda, havada ve besin zincirinde birikirler. Sonuç: Kanser dahil, ciddi sağlık sorunları, bağışıklık sisteminde hasar ve hormonal dengenin bozulmasıdır. Hiç kimse PVC’nin sonuçlarından kaçamaz. Hemen herkes, her yerde vücutlarında ölçülebilir düzeyde klorlu zehirler taşımaktadır.

PVC tek başına neredeyse işe yaramaz olduğundan sonunda üretilmek istenen ürüne gerekli şekli verebilmek için bazı ek maddelerle birleştirilmek zorundadır. Bu ek maddeler son derece toksik bazlı maddeler içermektedirler. En fazla klor kullanımı PVC üretimi sırasında olmaktadır.

Plastiklerin, PVC’den üretilmiş ve yiyecek maddelerini paketlemek için kullanılan şeffaf materyalden yiyeceklere karıştığı görülmüştür. Çocuklar toksik ek maddeler içeren vinil oyuncaklarını ısırmaktadır. Gün geçtikçe artan bilimsel kanıtlar, bu kimyasallardan birçoğunun gelişme çağındaki çocuklarda problemlere yol açtığını, doğadaki hormonal sistemleri bozduğunu, sakat doğumlara yol açtığını ve aynı zamanda kısırlık ve üreme zorluklarını artırdığını göstermektedir.

Çocukları küçük yaşta eğitimi sırasında kısırlaştırmak veya onların cinsiyetini bozmak kimin fikri olabilir?

16 Eylül 2009 tarihinde “Okul alışverişlerindeki kokulu tehlike” başlıklı haber okul gereçlerinin çocukların sağlığını nasıl tehdit ettiğini anlatıyordu:
Tüketiciler Birliği, plastiğin yumuşatılması için kullanılan fitalat, kırtasiye ürünlerinde yararlanılan nikel, kalay gibi ağır metallerin kanserojen etki başta olmak üzere çeşitli sağlık sorunlarına yol açtığını bildirdi.

Birliğin Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Dinç, piyasadaki su matarası, okul çantası, kalem ve silgi gibi ürünlerin sağlıklı olup olmadığıyla ilgili Tüketiciler Birliği olarak kapsamlı bir araştırma yaptıklarını söyledi.

Dinç, araştırma sonucunda, emsal kaliteli ürünlerle kıyaslanamayacak kadar düşük fiyatlardan satılan okul gereçlerinin pek çok çoğunun, özellikle küçük yaştaki çocukların sağlığını orta ve uzun vadede ciddi şekilde etkileyebileceğini tespit ettiklerini vurguladı.

Çocukları bekleyen tehlikeler

Çin malları başta olmak üzere, okul malzemeleri imalatında yoğunlukla yararlanılan plastik ürünlerde, atık plastikler kullanılabildiğini ifade eden Dinç, şunları kaydetti:”Plastiklerin yumuşatılması için kullanılan fitalat; kanser, böbrek ve karaciğer bozukluğu, cinsel gelişim problemleri, hormon yapısı, büyüme ve metabolizma bozuklukları yapabilmektedir.

Kırtasiye ürünlerin kaplamasında sağlamlık ve parlaklık için kullanılan ağır metaller, deriden ya da ağız yoluyla insan vücuduna geçer. Kanserojen, zehirli ve alerjiktir. Böbrek, karaciğer ve eklemlerde birikir ve çocuklarda sinir ve bağışıklık sistemini tahrip eder.

Boya kalemlerinde kullanılan ”azo boyar” maddeler kanserojendir. Ciltte alerjik rahatsızlık yapar. Çantalarda kullanılan buruşmazlık, su geçirmezlik özelliği sağlayan ve yine ağaç kırtasiye ürünlerinde kullanılan su itici özelliği sağlayan formaldehit, deride alerjik reaksiyon, göz ve solunum yollarında tahrişe neden olur.

Metallerin sertliğini artırmak ve paslanmayı engellemek için kalem, kalemtıraş, pergel gibi ürünlerde kullanılan nikel, yüksek derecede alerjik bir maddedir. Plastik matara, beslenme kabı, diğer plastik ürünler, ağaç kırtasiye ürünlerinde antibakteriyel özelliği sağlayan, mantar önleyici özelliği olan, spor giysilerde terleme önleme özelliği için kullanılan kalay, beyin ve sinir sistemini etkileyebilir. Bağışıklık sistemine zarar verebilir, kısırlığa yol açabilir.”

Açıkta satılan sütleri karalayan kampanyalar yapılıyor. Peki bizi asıl hasta eden kutu sütlerse? Kısırlık, diş çürümesi gibi dertlerin kaynağı pastörize sütse? Bu yazıyı okumadan çocuğunuza süt içirmeyin!

Cerrahpaşa Tıp Fakülitesi’nden Prof. Dr. Ahmet Aydın pastörize veya UHT teknolojisi ile üretilmiş sütlerden uzak durulmasını tavsiye ediyor.
Hakan Arabacıoğlu’nun çevirdiği “Pastörize süt mü, çiğ süt mü?” başlıklı yazı ise “teknolojinin elini değdirdiği sütün” zararlarını ortaya koyuyor. Yazıda UHT ve pastörize sütlerle ilgili çarpıcı bölümler şöyle:

“Pastörize süt mü, çiğ süt mü?

Bugün süt, içindeki doğal enzimleri yok eden ve nâzik proteinleri değiştiren pastörizasyonun her yerde uygulanması yüzünden, sindirilemez hâle gelmiştir.

Çiğ süt, sütün sindirimini sağlayan laktaz ve lipaz aktif enzimlerine sahiptir. Canlılığını yitirmiş laktazı ve diğer aktif enzimleri içeren pastörize süt, yetişkin mideler tarafından gerektiği gibi sindirilemez.

Biberonla beslenen bebeklerin yaşadığı karın ağrısı, pişik, solunum rahatsızlıkları, gaz ve diğer rahatsızlıkların da gösterdiği gibi çocuklar bile bu konuda sıkıntı çeker. Enzimlerin eksikliğinin ve hayâtî proteinlerin değişmesinin, sütteki kalsiyumu ve mineral elementleri erittiği de kuşku götürmez.

1930’larda Dr. Francis M. Pottenger, pastörize ve çiğ sütle beslenmenin 900 kedi üzerindeki etkilerine ilişkin 10 yıllık bir çalışma yürüttü. Bir grup yalnızca çiğ süt alırken, diğer grup aynı kaynaktan alınan pastörize sütle beslendi.

Çiğ süt içen grup kuvvet bularak büyüdü, hayatı boyunca sağlıklı, aktif ve canlı kaldı ama pastörize sütle beslenen grup kısa süre sonra durgun, sersem ve normalde insanlarla ilişkilendirilen kalp krizi, böbrek yetmezliği, tiroit bozukluğu, solunum rahatsızlıkları, diş kaybı, kemik zayıflığı, karaciğer iltihabı gibi kronik yozlaştırıcı rahatsızlıklara karşı savunmasız hâle geldi.

Ama Dr. Pottenger’in en çok dikkatini çeken ikinci ve üçüncü nesillere olanlardı. Pastörize sütle beslenen grubun yavrularının hepsi pastörize sütten kalsiyum emiliminin olmadığını gösteren zayıf ve küçük dişler, kalsiyum eksikliğinin açık ifadesi olan güçsüz kemiklerle doğdular.

Çiğ sütle beslenen grubun yavruları ebeveynleri gibi sağlıklı kaldı. Pastörize sütle beslenen grubun üçüncü kuşak yavrularının birçoğu ölü doğarken, kurtulanlar ise kısırdılar ve üreyemiyorlardı. Çiğ sütle beslenen grup soyunu sürdürürken, pastörize sütle beslenen grupta dördüncü nesil olmadığı için deney bitmek durumunda kaldı.

Eğer bunlar pastörize sütün zararlı etkilerinin yeterli kanıtı değilse, ticârî süt endüstrisinin kabul etmekten kaçındığı, kendi annelerinden alınan pastörize sütle beslenen buzağıların genellikle 6 hafta içinde öldüğü gerçeğini dikkate alın.

www.iyilikgüzellik.com özel

Nihal Doğan


Prof. Dr. Ahmet Aydın’ın Taş Devri Diyeti Kitabından alınan ve kısırlığa başka bir yönden bakan görüşleri

Son zamanlarda kısırlık çok arttı. Bu durumun yanlış beslenme ile bir ilgisi var mı?

Tabii ki var. Bence kadınlardaki kısırlığın en önemli nedeni metabolik sendroma bağlı polikistik over sendromu(PCOS). Türkiye’de doğurgan kadınların en az yarısında metabolik sendrom var. Bariz PCOS oranı ise %10’un üzerindedir.

Menopoz konusunda adet döngüsünden bahsetmiştik. Her adet döngüsünde önce lüteinizan hormon (LH) etkisi ile folikül (yumurta hücresini içeren sıvı keseciği) gelişiyor ve daha sonra folikülü çatlatacak hormon (FSH) ile folikül çatlıyor. Eğer çatlaması gereken folikül çatlayamazsa yumurtalık dokusu içinde 3-10 milimetre çapında bir kiste dönüşüyor ve zamanla bu kistlerin sayısı artıyor. Bu hastalık tablosuna çok kistli yumurtalık anlamında ‘polikistik over sendromu’ deniyor.

Aslında polikistik over sendromu metabolik sendromun bir parçası. İnsülin artışı hormonal dengeyi bozuyor; lüteinizan hormon (LH) artıyor, fakat folikülü çatlatacak hormon (FSH) azalıyor, en güçlü erkeklik hormonu olan dehidrotestosteron ise aşırı artıyor.

Ancak folikül çatlayınca üretilebilen progesteron hormonu üretimi folikül çatlamayınca azalııyor ve adet döngüsünü alt-üst oluyor. Kiminde âdet kanamalarının şiddeti artıyor, kiminde adet gecikiyor, kiminde zamansız kanamalar oluyor, kimiyse hiç âdet görmüyor. Âdet göremeyenlerin çoğunda, âdet normal yaşta başladığı halde, sonradan kesiliyor. Ama az sayıda hiç adet göremeyenler de var. PKOS’lu hastaların az bir bölümünde ise hiçbir âdet sorunu olmuyor.

Kadında fazladan üretilen erkeklik hormonu tüylenme, sivilceler ve erkek tipi saç dökülmeye yol açıyor.

PKOS’lu hastalarda her metabolik sendromlu hastada olduğu gibi kanser, kalp hastalığı ve diyabete yakalanma riski de yüksek.

Polikistik over sendromunun(PCOS) erkekteki karşılığı prostat hipertrofisi. Çok sık görülüyor. Bu hastalık da metabolik sendromun bir parçası ve dehidrotestosteronun aşırı artmasına bağlı. Saç dökülmesi, diyabet, kanser ve koroner kalp hastalığı gibi metabolik sendromun diğer unsurları da prostat hipertrofili hastalarda sık görülüyor.

Erkek kısırlığının en önemli nedeni ise aşırı östrojene (kadınlık hormonu) maruz kalma. Başlıca östrojen kaynakları ise östrojen etkisini gösteren tarım ilaçları ve soya ile yapılan yiyecekler.

Organik tarım yönetmeliklerinde sadece 4 çeşit böcek ilacının (pestisitler, insektisitler) oldukça sınırlı koşullarda kullanımına izin verilirken, konvansiyonel tarımda yaklaşık 450 farklı kimyasal ilaç kullanılmakta. Yapılan araştırmalara göre Türkiye’de pestisitler tarım ürünlerine gelişigüzel serpilmekte. Öyle ki gereğinden iki kat fazla ilaç kullanılmakta.

Zaten en çok ilaç ithal eden ülkeler sıralamasında Türkiye altıncı sırada yer almakta. Zaman zaman Avrupa, Rusya ya da başka ülkelere ihraç ettiğimiz domatesler,salatalıklar, armut gibi meyve ve sebzeler ilaç kalıntıları nedeni ile geri dönmektedir. Bu dönemlerde iç piyasada meyve ve sebzeler anormal bir şekilde bollaşmakta ve fiyatları ucuzlamaktadır (Ucuzdur var bir illeti!).

Pestistler niçin kısırlık yapıyor?

Pestistlerin yapısı östrojene çok benziyor da ondan; vücuttaki östrojen reseptörlerine yapışarak östrojen benzeri etkiler gösteriyorlar.

Pestist çözeltisine daha çok maruz kalan kız çocukların erken ergenliğe girdiği, erkek çocukların ise memelerinin büyüdüğü (jinekomasti) bilinmekte(1). Danimarka’da yapılan 15,000 erkeğin incelendiği bir araştırma, pestist çözeltisine daha çok maruz kalan erkeklerin son 50 yıl içerisinde sperm kalitesinin ve sayısının bariz olarak düştüğünü gözler önüne sermekte.

Prof. Dr. Mine Yurttagil beslenme dengesizliği bulunan İzmir bölgesinde alınan 30 anne sütü örneğinde inek sütüne göre daha fazla pestisit çözeltisi saptamış. Bu nedenle özellikle bebek emziren annelere organik gıdaları önerilmekte(2).

Patates, elma ve brokoli ile yapılan bir araştırmada en titiz yıkama usulleri sonrasında bile pestistlerin nerdeyse %93’ünün temizlenemediği görülmüş.

Araştırmacılar sebze ve meyveleri soymanın ya da sap ve kökleri kesip atmanın bu riski az da olsa azaltabileceğini (ki bu bölgeler bitkinin besin açısından en zengin yerleridir) ancak hiçbir zaman tamamen yok edemeyeceğini vurguluyorlar. Bunun nedeninin de zehirin sadece bitkinin yüzeye yakın bölümlerinde değil, artık tamamen bütün dokularına yayılmış olması olduğunu belirtiyorlar.

Pestist Kalıntısı İçeren Gıdalar

Yüksek Oranda Pestist Kalıntısı İçeren Gıdalar Düşük Oranda Pestist Kalıntısı İçeren Gıdalar
ÇilekDolmalık Biber (Yeşil, Kırmızı)

Ispanak

Kiraz ve Vişne

Şeftali

Kereviz

Elma

Kayısı

Taze Fasulye

Armut

Salatalık

Patates

AvokadoMısır

Soğan

Karnabahar

Üzüm

Muz

Erik

Taze Soğan

Karpuz

Brokoli

Brüksel Lahanası

Ananas

KAYNAKLAR

1. Atilla Büyükgebiz Üç yaşında erken ergenliğe giren hastam bile oldu, Vatan, 21.02.2009
2. http://www.bugday.org/article.php?ID=227

Related Articles

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bağlı Kal

6,838BeğenenlerBeğen
1,582TakipçilerTakip Et
0AboneAbone Ol

Son makaleler